Bilime Yabancı Sanat

Timur Karaçay

Başkent Üniversitesi

tkaracay@baskent.edu.tr


... Bizim ozanlarımız (evrenin yapısıyla) ilgili bir şey yazmıyor; artistlerimiz bu görkemli tabloyu resmetmiyor. Bilmiyorum niçin? Günümüz evren modelinden kimse esinlenmiyor mu? Bilimin bu değerine şarkıcılarımız şarkı yazmıyor. Bir şarkı veya şiir yerine (bilimsel) akşam konferansları dinliyoruz! Henüz bilimsel bir çağı yaşamıyoruz.”

Richard Feynman, Nobel Fizik Ödüllü


Ben bir sanatçı değil, bir matematikçiyim. Matematiğin bir yanının sanat olduğu görüşüne katılıyorum. Ama, kendimi sanat üzerine konuşabilecek yetkede görmüyorum. Gene de aşağıda söyleyeceğim düşüncelerimi sanatçıların yüzlerine söyleme isteğini derinden duyuyorum. Onlar da, “sanat” yerine “bilim” sözcüğünü koyarak söylediklerimi bana iade etmek hakkına sahiptirler. Biliyorum ki, sanat adamları bilime ne kadar yabancı ise, bilim adamları da (hiç değilse büyük çoğunluğu) sanata o kadar yabancıdır.

Sanat üzerine konuşmak için, bilim adamı alışkanlığı ile söylersek, önce onun ne olduğunu tanımlamak gerekir. Felsefe ya da sosyal bilim açısından bu tanıma kaynaklık edecek büyük bir zenginlik olmasına karşılık, bir matematikçiyi tatmin edecek sağlam (efradını cami, ayarını mani) bir tanım yoktur. Açıkça görebildiğimiz şey, sanatın kültürün bir parçası olduğudur. Kültür, bilimi de içerdiğine göre, işe “kültür nedir?” sorusuna yanıt arayarak başlamalıyız.

Kültür Nedir?

Kültür’ün tanımını yapmak, bilimin ve sanatın tanımını yapmak kadar zordur (tabii, isterseniz kolay bir tanım yapabilirsiniz!). Ben, yukarıda sanat için söylediğim gibi, kültür için de matematikçiyi tatmin edecek sağlam (her öğesini içerecek yeterlikte ve yabancı öğeleri dışlayacak gereklilikte) bir tanım yapamayacağım için, pratik bir yönteme başvuracağım. Bilim adamı bir olguyu, bir oluşumu kesinlikle tanımlayamıyorsa, onu betimler. Örneğin, yerçekimini neyin yarattığını açıklayamıyorsa, yerçekiminin etkilerini ortaya koyar. Bu, bazan tanımdan daha yararlıdır. Bu yaklaşımı benimseyerek, ilkönce, kültürün işlevi nedir? Bütün kültürlerde ortak öğeler var mıdır? Varsa, nelerdir? sorularına yanıt aramaya çalışacağım.

Önce büyü vardı!

Geçmiş uygarlıklara baktığımızda doğaüstü güçlerin toplumların kültürlerini büyük ölçüde etkilediğini görüyoruz. Büyüsel ve dinsel törenler kültürlerin oluşumunda büyük rol oynamıştır. Peki ama büyüyü yaratan şey nedir? Kendisine “akıllı hayvan” sıfatını yakıştıran insan aklı, büyüyü neden ve nasıl yarattı? O dışladığımız “akılsız” hayvanlar aleminde, bizdeki gibi büyüsel bir olgu olmadığını kabul edersek, büyü, (üstün) aklın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Öte yandan, çağdaş akıl, büyüyü akıl dışı sayıyor. Bu bir çelişki gibi görünüyorsa da, açıklaması gene üstün akıl ile ilgilidir.

Kültür tarihi üzerinde kafa yoranların kabul ettiği bir gerçek vardır. Büyü, bütün kültür biçimlerinden önce gelir.

İnsanoğlu doğumu, ölümü, sağlığı, felaketi, mutluluğu, … kendi isteklerine uydurmak istiyor. Başka bir deyişle, doğaya egemen olmak istiyor. Büyüyü vareden ve onu yaşatan bu istektir. Sanatı, bilimi, kültürü yaratan bu istektir. Uygarlıkları kuran ve yokeden bu istektir. Büyücü insanın bu isteğini gerçekleştirmek için belki tesadüfen ortaya çıkmıştır.

Cehaletin esenlik getirdiği yerde akıllı olmak budalalık”

Thomas Grey

Alışıldık şu sözler genel kabul görmüştür. İnsanın düşmanlarını altedebilmek için kaplan gibi kuvvetli pençeleri, avını yakalayabilmek için kartal gibi keskin gözleri yoktur. Korunmak ve beslenmek için, kısaca, yaşamak için elinde yalnızca aklı vardır. Aklını kullanarak alet geliştirdi. Alet geliştirdikçe üstünlüğü arttı. Bu aletlerin bir kısmı nesneldir, somuttur, mekanik bir icattır. Ama bir kısmı da düşseldir. Hastalıkları iyileştiren şifalı bir nefesten daha gizemli ne olabilir ki ilkeller için?

Voltaire göre, büyücü “doğanın yapamadığı şeyi yapmanın sırrını elinde tuttuğunu iddia eden” kişidir. Doğanın yapamadığını yapmanın sırrı nedir? Doğa üstü-güçler mi? Peki ama doğa-üstü güç nedir? İlkel insan için doğal-güç ve doğa-üstü güç ayrımı var mıydı? Çağdaş insan halâ doğaüstü güce neden inanıyor?

Mutlak yaradana giden yol

Basit mantık, doğanın yapamadığını yapabilen biri varsa, onun doğa-üstü bir güce sahip olmasını gerektirir. Mantığın bizi sürüklediği bu basit çıkarım kuralı, insanlığın uzun ince yolunu çizen etmendir. O uzun yol büyüden başlayıp mutlak yaradana dek uzanmıştır. Bu yolda ilerleyen insanoğlu uygarlıklar kurup yıkarak farklı kültürler yaratmıştır. Giderek bir kolu inanca bir kolu bilime dönüşen büyü, kültürlerin kaynağıdır.

Görünmeyen şeylere duyulan korku, herkesin kendi içinde din diye bellediğinin doğal tohumudur.

Thomas Hobbess

Leviathan(1651)

Yeryüzünde varolmuş uygarlıkların farklılıklarına karşın, insanlar inançlara, büyüsel veya inanç törenlerine, estetik etkinliklere ve yaşamlarını kolaylaştıracak tekniklere sahip olmuşlardır. Bunlar, kültürlerin ortak nitelikleridir. Muhtemelen büyü, insan dehasının toplulukları etkilemek için ortaya koyduğu ilk toplumsal etkinliktir. Giderek kültürleri, sanatı, tekniği ve bilimi yaratmıştır. Güneş tutulmasıyla güpegündüz kararan yeryüzüne inen laneti uzaklaştıracak bir büyücünün doğaüstü güçlerle donanmış olması gerekir. Bu gücü elinde tutuğunu iddia eden büyücünün bahsi kaybetmesine de olanak yoktur. Büyücü, törensel gösterisine başladıktan kısa bir süre sonra zaten güneş tutulması doğal olarak sona erecek, ama büyücü ilkel insanın önünde doğaüstü bir güce sahip olduğunu kanıtlamış olacaktır. Hamile bir kadının erkek çocuk doğurması için büyücünün üfürüğü her zaman yüzde elli başarı şansına sahiptir. Başarı oranı büyücünün gücüne güç katması için yeterlidir. Başarısızlıklara neden bulmak kolaydır. Hamile kadının direktiflere tam uymamış olması bahanesi her zaman geçerli altın bir kuraldır.

Bunlara benzer pek çok örnek verilebilir. İnsanın karşı koyamadığı doğa olaylarını (isterseniz afetleri deyin) durdurmak için, büyücünün elinde tutacağı bir sembole ihtiyacı vardır. O sembolü zamanla yaratabilmiştir: ruhlar. Yeryüzü ve gökyüzü ruhlarla doludur. Büyük ruhlar doğaüstü güçlerle donanımlıdır. Onlarla iyi geçinen büyücü, her başı sıkıştığında onlardan yardım alır, doğal afetleri önler, yararlı işler yapar. Hatta kızdığında kötü işler de yapar. Ama kötülükleri yapanlar kötü ruhlardır. İyi ruhlar, iyi insanları kötü ruhlardan koruyacaktır. Onun için konulan etik kurallara mutlak itaat gereklidir.

Birçok kültürün öğretisine göre, tanrılar bizi izler ve kaderimizi çizer... Tümüyle düş ürünü olsalar bile, insanlar onlara inanmakla kendilerini daha iyi hissederler. Geleneksel dinlerin bilimin güçlü ateşiyle denendiği bir çağda, eski tanrı ve iblislerin bilimsel bir kılığa büründürülmesi ve adlarına uzaylı denilmesi son derece doğal değil midir?

Carl Sagan

Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı

Zaman eskimiştir, büyücü, artık terfi etmelidir. O, şimdi kutsal varlıklarla insanlar arasında iletişim kuran yarı-kutsal bir varlıktır. Bundan böyle, kendisine büyücü sıfatı değil, saygınlığı daha çok olan kutsal sıfatlar gereklidir. Mertebesi büyücüden farklı olacağı için, kendisine rakip olması halâ mümkün görünen büyücüyü inkâr etmesi gerekir. Ruhlar alemi amacına uygundur, ama ruhları da yönetecek daha üstün güçlere gerekseme vardır. Bu olgu, bütün insanlık tarihine yön veren inançların (tanrılar) doğuş sürecidir. Başka canlılarda olmadığını düşündüğümüz bu olguyu her halde üstün insan aklının harika bir ürünü saymak gerekir. Bütün kültürleri besleyen ve törensel biçimlere dönüşen inançların kültüre etki etmemesi elbette mümkün değildir. O yol, kaçınılmaz olarak mutlak yaradana gidecektir.

Tekniğe ve bilime giden yol

İnsanlık tarihinde kültürün esas mecrasının mutlak yaradana giden yola paralel olduğunu söylemek çok yanıltıcı olmaz. Ama bir yerde mecraya sığmayıp taşanlar ayrı bir kol, ayrı bir mecra yarattı. Bu, adına bilim dediğimiz mecradır. Yüksek dağlardan akan çağlayanların önlenemez akışı eriştiği vadiye nasıl hayat veriyorsa, bilim de kültür vadisine akmaya başlayınca orada yeni ve lezzetli meyveler yetişmeye başladı. Mutlak yaradana giden yoldan sapanlar bu meyveleri yemeye başladı. Kutsal varlıklara biat yerine, onların egemen olduklarını iddia ettikleri doğanın gizlerini keşfe koyuldu. Ama bu kolay olmadı ve henüz başlangıç aşamasındadır. Unutmayalım ki tarih boyunca insanoğlu inaçları uğruna savaşmıştır ve savaşmaya devam etmektedir. Bu çağda bile, “Benim tanrım daha yücedir!” diye insanın insanı katletmesini açıklamak çok zordur.

Çağdaş bilim, bugün eriştiği yüksek yerden bakınca, büyüyü, doğanın yasalarını inkâr eden bir hayal ve hatta bir sahtekârlık olarak görmektedir. Bunu yaparken, kendi başlangıcının büyü olduğunu unutmaktadır. Bilim de sanat gibi insan kültürünün bir parçasıdır ve bütün kültürlerin kaynağı büyüdür. Büyücü, bulduğu (raslantısal da olabilir) bir teknik buluşu hemen koruma altına alır. O tekniği bilmeyenler üzerinde gizemli bir üstünlük sağlar. Örneğin, iki çakmak taşını birbirine sürterek ateş yakan büyücü, bu tekniği bilmeyenlerin gözünde doğaüstü bir güce kavuşacaktır. Teknik buluşların bir çoğunun bilinçli olmayan tesadüfi denemelerden kaynaklandığını ve kâşifine mertebe kazandırdığını söyleyebiliriz.

Bu yazının amacı, konuyu bu genellikte kucaklamak değildir. Onun için, yeniden başlangıca dönüp büyü olgusundan bilime gidişe bakalım. 17.yüzyıldan sonra gelişen modern bilim bizim doğa olaylarını anlamamıza yardım etti. Artık ayın ve güneşin tutulmasından korkmuyoruz. Çünkü tutulmayı yaratan doğa olayını biliyoruz. Hastalıkları iyileştirmek için büyücü aramıyoruz. Çünkü, hastalığı yaratan mikrobu bulup yokediyoruz. Bilim, bilinmezi bilinir kıldıkça, büyü (ya da doğa-üstü güç) daima geri çekiliyor; yerini bilimin keşfettiği doğa kurallarına bırakıyor. Ama bu çağda bile doğa-üstücülük varlığını kuvvetle sürdürüyor. Bilimin henüz ulaşamadığı bakir alanlar onun elindedir. O, adına post-modernizm dese de büyünün modernleşmiş, kılık değiştirmiş halidir. Aynı alanı paylaşageldikleri için, bilimle savaşmak zorundadır. Hele hele bizim medyanın ramazan aylarında bilimle giriştiği büyük savaşın kitleler üzerindeki olumsuz etkilerini görmemek mümkün müdür?

Kültürün biçimleri

Felsefe derslerinde kültürün büyü, din, bilim ve sanat biçimleriyle ortaya çıktığı anlatılır. Bu doğru bir gözlemdir. Ama biraz eksikliği vardır. Bu klâsik biçimlere çağımızda spor, siyaset, ticaret ve tekniği de eklemek gerekir. Çünkü onların her birisinin günümüz kültürünü ciddi olarak etkilediğini, hatta yönlendirdiğini görüyoruz. Öyleyse, kültürün biçimlerini biraz genişletmekte yarar vardır: büyü, din, bilim, sanat, spor, siyaset, ticaret, teknik,... Elbette bunlar birbirlerinden tamamen bağımsız değildir. Birbirlerini karşılıklı olarak etkilerler ve aralarında kesin sınırlar da yoktur. Örneğin, büyü ile din, bilimle teknik, siyasetle ticaret çoğunlukla kol kola gezmeyi severler. Bunu hepimiz gözleriz. Büyünün sanata kaynaklık ettiğini kolayca kabullenebiliriz, ama bilimin ve tekniğin büyüden çıktığına inanmak istemeyiz. Ne var ki, insan kültürünün kaynağı tümüyle ilkel büyüde yattığı gibi, bilim ve tekniğin tetikleyicisi de odur.

İnancın (din) en uzak köklerinde yatan şey büyü değil midir? Mistisizmin altında yatan nedir? Büyücünün elinde tuttuğu güç, doğanın asıl güçleri değil midir? O elinde tuttuğunu iddia ettiği gücü doğa-üstü sayan (ilkel) insanın kendisi değil midir?

Yaratıcılık

Bilim ile sanatın ortak bir yanı var mıdır? Bu soruya bir tek yanıt vermek gerekiyorsa, “yaratıcılık” denmelidir? Peki, yaratıcılık nedir? Çizgilerin, renklerin, seslerin, düşüncelerin, ... bir sanatçının elinde yoğurulup şekillenmesi midir? Bir bilim adamının sabır ve inatla yaptığı gözlem ve deneylerle ortaya koyduğu doğanın gizleri midir?

Çizgilerin, renklerin, seslerin her birleşimine sanat demiyor, gözlemle ortaya çıkan her bilgiye de “bilim” demiyoruz. Tuvali eline alanın fırça darbelerinden çıkan her şey resim değildir. Kayığın suda batmadan yüzdüğü Arşimet doğmadan önce de biliniyordu. Picasso’nun Şarap Bardağı adlı tablosunu “sanat” yapan şey nedir? Arşimet kuralını “bilim” yapan şey nedir? Her ikisinde de başka bir nitelik daha arıyoruz. Başkalarının yap(a)madığını yapmak, gör(e)mediğini görmek. Cezanne’nin Zeytin Ağaçları adlı tablosu bize başka renk ve çizgilerin veremediği bir duyusallığı veriyor. Arşimet, herkesin yüzdüğünü görüp bildiği kayığın “taşırdığı suyun ağırlığına eş bir kuvvetle suda kaldırıldığını” söylüyor. Başkalarının yapamadığı, başkalarının göremediği şey budur.

İnsan Neden Var?

Bu soru yüzyıllar boyunca felsefenin önemli sorularından birisi olarak kaldı. Hâlâ da öyledir. Richard Dawkins Gen Bencildir adlı muhteşem kitabında, bu sorunun bilimsel yanıtını sokaktaki adamın anlayabileceği sade bir üslûp ile veriyor:

Bir gezegendeki zeki varlıklar, gün gelir, kendi varlıklarının nedenini soracak yaşa gelirler. Eğer günün birinde uzaydan dünyaya üstün yaratıklar gelirse, uygarlığımızın düzeyini değerlendirmek için soracakları soru şu olacaktır: “Evrimi keşfettiler mi?” Canlı organizmalar 3 milyar yıldan daha uzun bir süre dünya üzerinde varoldular ve neden yaşadıklarını hiç bilemediler, ta ki güneş doğana ve ışınları bir tanesine ulaşıncaya dek. Bu kişinin adı Charles Darwin’di... Dürüst olmak gerekirse, başkaları gerçeği belli belirsiz sezmişlerdi. Ancak ilk kez Darwin, neden varolduğumuzun tutarlı ve kabul edilebilir bir açıklamasını yapmıştır. Başlıktaki meraklı soruya mantıklı (bilimsel) bir yanıt vermemizi sağlayan odur. Artık, “Yaşamın bir anlamı var mı?”, “Niye varız?”, “İnsan nedir?” türünden derin sorularla karşılaştığımızda hurafelere sığınmak zorunda kalmayacağız... Söylemek istediğim, 1859 öncesinde bu soruları yanıtlamaya çalışan tüm çıkışların değersiz olduğu ve onları tamamen görmezden gelmemizin doğru olacağıdır.”

Bugün, Dünyanın Güneş etrafında dönüyor olması ne kadar kuşkuya açıksa, evrim kuramı da ancak o denli kuşkuya açıktır. Yine de Darwin’in yaptığı devrimin içeriği, geniş bir çevre tarafından, anlaşılmayı beklemektedir.”

Evet, Dawkins yakınmakta haklıdır. Dünyanın güneş çevresinde dönüyor olmasına çoktan alışmış olan sosyal kuramlarımız ve sanat yapıtlarımız hâlâ canlıların neden varolduğunu kavramaktan uzaktır. O kadar uzaktır ki, evrenin yaşı içinde hiç bir değeri olmayan Fransız Devrimi için kütüphaneler dolusu kitap yazılmış, bir o kadar sanat eseri yaratılmıştır. Ama 1859 da Darwin’in yarattığı büyük Evrim Kuramını, bırakın sosyolog ve sanatçıları, zoologlar bile tam kavrayamamış ya da bize kavratamamışlardır. Bugün okullarımızda Evrim Kuramı ile Yaradılış Kuramı’nı bir arada okutmak ikiyüzlülüğünü başarıyla gösteriyoruz. Fransız ihtilalinin bütün kahramanlarını bir bir sayanlarımız, “evrim kuramı nedir?” sorusuna “insanın maymunun soyundan geldiği” biçimindeki yanlış yanıtı veriyor. Üstelik bu yanıtı verirken, büyük bir bilimsel bulgudan haberdar olduğumuzu belirtiyor olmanın yanı sıra, maymundan türemiş olma düşüncesine antipati beslediğimizi de jest ve mimiklerimizle belli ederiz. Mutlak yaradana erişme çabası içinde olan Yaradılış Kuramı’nın taraftarları bu sonuca ulaşılmasında pek zorluk çekmediler. Evrim Kuramı’nın ne olduğunu esastan kavramamış mantıklı bir insanın o kıllı, eğri büğrü sevimsiz (isterseniz sevimli deyin) yaratıktan türediğini kabullenmesi kolay değildir. Üstelik bu saptırılmış düşünceyi kabullenmesi için bir neden olmadığı gibi, kendini şempanzeden epeyce üstün görmesi ona duyusal doyum sağlar. Bilim adamı “maymun ile insanın evrimsel geçmişlerinin %99 dan fazlası ortaktır” diyor. Bu sözün insanın maymundan geldiği anlamına gelmeyeceğini anlatmıyor. Çünkü onu anlatmak bilim adamının işi değildir. O, evrensel bir gerçeği bulmuş ve orta yere koymuştur. O bilimsel bulguyu, o nadide bilgiyi toplumun kültürü haline getirmek sosyal kuramların ve sanatın işi olmalıdır.

Biyolojik açıdan, bir türü diğerinden üstün kılacak hiç bir nesnel dayanak yoktur. İnsan, maymun, yılan, kertenkele, ... Hepimiz üç milyar yıl öncesinden evrimleşerek geldik. Darwin’in “Doğal seçimlik” ya da “en uygunun yaşamda kalması” kuralının daha genel bir doğa yasasının özel bir hali olduğunu biliyoruz. Bu yasa “kararlılık” yasasıdır. Kararlı olan yaşamını sürdürür.

Evet, “İnsan neden var?” sorusu insanoğlunu binlerce yıldır uğraştırmaktadır. Felsefe, din, sanat bu soruya inandırıcı yanıtlar bulmaya çok çalışmıştır. Ama hiç birisi başarılı olamadı. Çünkü sorunun yanıtını yanlış yerde aradılar. Yalnız insanlar değil, bütün canlılar genlerin taşıyıcıları, koruyucularıdır. Burada canlılar deyimi çoğumuzun sandığından daha geniş anlamdadır. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, bakteriler, virüsler, vb. canlı varlıklardır. Bütün bu varlıkların varoluş nedeni genleri taşımaktır. Onlar, genlerin yaşamkalım makineleridir. Yeryüzündeki canlı türlerin sayısını bilmiyoruz. Yalnızca böceklere bakacak olsak bile, ortaya çıkacak sayılar çoğumuzun hayal gücünü çok aşar. Üç milyondan fazla böcek türü bulunmuştur. Yaşayan böceklerin sayısı ise trilyonlarla ifade edilmelidir. Bakterilerin, virüslerin sayısını ifade edecek sayılar henüz hiç bir dilde yoktur (isterseniz 10 üzeri xxx... biçimindeki bilimsel simgeyi kullanabilirsiniz). Bunca türün dış görünüşleri ve iç organları birbirlerinden çok farklıdır. Bir fil ile bir kurbağanın benzerliklerinin olabileceğini bile düşünmeyiz. Ama yanılırız. Bir gorili goril olarak çok sempatik bulabilirken, evrim kuramı söz konusu olunca o sempatik gorili aniden çok antipatik bulmaya başlarız, ona benzemek düşüncesi bile bizi çileden çıkarır. Oysa, genlerimiz %99,5 dan daha fazla benzerdir. Burada, belki en önemli nokta, Darwin’in evrim kuramını yanlış biliyor olmamızdır. Evrim kuramı, insanın maymundan türediğini söylemiyor. İnsanın ve maymunun atalarının atalarının atalarının … bir olduğunu söylüyor. Bütün canlıların kaynağı, o ilk canlı hücredir. Sonrası milyarlarca yıl süren çoğalma ve evrimleşmedir. Farklı ortamlarda kalan genler, kendilerini taşıyan yaşamkalım makinelerinin (canlılar) bulundukları ortama uymalarını sağlamışlardır. Kimisi suda yaşar, kimisi karada, kimisi havada. Hepsi kendi ortamına en iyi uyumu sağlamıştır. Toprak altında yaşayan bir solucan, kendi ortamında bizden daha iyidir, çünkü biz o ortamda yaşayamayız. Bu açıdan bakınca, farklı türleri daha iyi, daha kötü biçiminde mukayese etmenin bir anlamı yoktur.

Arayış mı, bunalım mı?

Bilim durmaksızın bir arayışın içindedir. Bu güne dek bulduklarına dayanarak yeni şeyleri keşfetme peşindedir. İçinde yaşadığı evrenin gizleri onun tükenmez konusudur. Yeni bulgular asla öncekilerin taklidi, tekrarı ya da yozlaşmışı değildir. Sanat da sürekli bir arayışın içindedir. Ama bu arayış bilimden çok farklıdır. Bir sanat akımı, bir öncekine dayanmak gereğini duymayabilir, taklidini yapabilir, yozlaştırabilir. Hattâ öncekilerden farklı olmak ister. Ama evrenin gizlerini arama zahmetine girmeden ne kadar konu bulabilirsiniz ki!



Matematik Sanattır

Sanat dünyasında hiçbir benzeri olmayan bir nesneliğe sahip olmasına karşın, yaratıcı matematiğin güdüsü ve standardı bilimden çok sanatınkilere benzer. Matematikel teoremlerin sınıflandırılmasında estetik yargı hem mantıktan hem de uygulanabilirlikten üstün tutulur: Matematiksel idelerin değerlendirilmesinde, kesin doğru olmasından ya da yararlı olma olasılığından çok güzellik ve zerafet etken olur.“

Lynn Steen, President, AMS

Bir matematikçi şiirden, müzikten, resimden, romandan anlayabilir. Onlardan büyük haz da duyabilir. Ama bir sanatçı matematiği bilmez, anlamazsa, onun içerdiği estetiği, güzelliği nasıl duyumsayabilir ki! Bir şiirin, bir resmin asla ulaşamayacağı soyut matematiksel yapılar içinde gezinen insan aklının duyumsadığı hazzı hangi sanatçı duyabilir? Halley kuyruklu yıldızının fotoğrafını çekebilir, gökyüzünde oluşturduğu harika görüntünün resmini yapabilirsiniz. Ama o yıldızın milyonlarca yıl dönüp durduğu yörüngeyi hesaplayıp insanlığın önüne koymanın zevkini tadabilir misiniz?

Bilime yabancı sanat!

Bir pazar yerini, bir zeytinliği, yılların yıprattığı bir insan yüzünü resmedebilir ya da şiirsel bir dille anlatabilirsiniz. Peki, bir hemoglobin molekülündeki 574 amino asit molekülünün dört zincir halinde birbirlerinin etrafında sarılıp bükülerek üç boyutlu uzayda oluşturdukları çalımsı harika biçim neden ilginizi çekmez. Bu çalı size ilginç gelmediyse devam edelim. O biçimsiz çalı hiç bir insanın gösteremeyeceği bir kararlılık içindedir. Bir insan vücudunda bundan 6 katrilyondan fazlası vardır. Hiç birisinin bir tek dalı, bir tek büklümü yerinden oynamaz. Aynı amino asit dizisine sahip iki zincir yan yana geldiğinde saniyenin sentrilyonda birinden az bir zamanda o kararlı çalıya (hemoglobin) dönüşürler. Hangi sanat dalı böyle bir yıldırım aşkını betimleyebilmiştir?

Sonsöz

Sanat, son 2000 yılda yaradılış kuramına verdiği desteğin çok azını bilime verme cömertliğinde bulunursa insanoğlu bilimsel bir çağa girebilir. Bilim adamları bunu yalnızca umut etmekle kalmayıp, talep etmek durumundadırlar.

Kaynaklar

1 Berry, Adrian: Bilimin Arka Yüzü, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları,37, Ankara, 1996.

2 Dubuffet, Jean : Boğucu Kültür, Dost Kitabevi - Ankara, 2005.

3 Dawkins, Richard: Gen Bencildir, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları,19 - Ankara, 1995.

4 Eagleton, Terry: Postmodernizmin Yanılsamaları, Ayrıntı Yayınları –İstanbul, 1999.

5 Feynman, Richard: Fizik Yasaları Üzerine, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları,12 - Ankara, 1995.

6 Komisyon: Felsefe, TÜSİAD – İstanbul, 2002.

7 Muller, Herbert J.: The Uses of The Past, New American Library - New York, 1952.

8 Sagan, Carl : Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları,85 - Ankara, 2004.

9 Watson, James D.: İkili Sarmal, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları,2 - Ankara, 1993.

10 Westfall, Richard S.: Modern Bilimin Oluşumu, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları,4 - Ankara, 1995.







8